Yıllar önce Beat Kuşağı içine gömülmüşken okumuştum Toza Sor’u. Şimdi ise hiçbir detayını hatırlamıyorum. Aslında o kitabın bir serinin parçası olduğunu çok yakın zamanda bir arkadaşımdan öğrendim ve serinin ilk kitabı Los Angeles Yolu’nu okumaya başladım.
Metin, 1930’larda yazılmış olmasında rağmen 1985’e kadar yayımlanamamış, ancak Fante’nin ölümünden iki yıl sonra okuyucuya ulaşabilmiş.
Los Angeles Yolu, Arturo Bandini’nin Kaliforniya’daki ergenlik yıllarına ışık tutuyor. Bandini, kendini beğenmiş hayalci bir entelektüel ve bu güne kadar tanıştığım en iyi anti karakter. Genellikle anti karakterler ukala, şiddete meyilli ama bir o kadar da sempatik yansıtılır ve git gide aslında kendi yaralarını gizlemeye çalıştıklarını anlarız. Oysa Arturo böyle bir karakter değil. Evet, onunla empati kurabildim. Hayatını sonsuz bir mücadele olarak görüşünü ve bilgiye olan hayranlığını hissedebiliyorum. Ancak, öyle anlar oldu ki benim için bir böceği izlemekten farksızdı onu izlemek. Burada böceği küçümseme için değil yabancılığı betimlemek için kullanıyorum. Nasıl ki bir örümceğe baktığımda tamamen insan dışı bir zihin ve davranış şekli görüyorsam Arturo Bandini’ye baktığımda da zaman zaman aynı şeyleri hissettim.
Üzgün bir yürekle ölülerin ve ölmekte olanların arasına çöküp Tanrı’ya hunharca bir cinayet işlemek üzere olan Süperinsan’ı bağışlaması için dua ettim -bir kadını kurşuna dizmek. Görev görevdi ama; eski düzen sağlanmalı, rejim sürmeli, asiler yok edilmeliydi. Bir süre konuştum prensesle, Bandini hükümetinin özürlerini kişisel olarak sundum ona, son arzusunu dinledim -La Paloma şarkısını dinlemek istiyordu- şarkıyı ıslıkla çalarken o kadar çok duygu kattım ki bitirdiğimde gözyaşlarına boğuldum. Sonra silahımı harikulade yüzüne doğrultup tetiği çektim. Hemen can verdi, görkemli bir biçimde, alev alev bir sarı kan ve kabuk yığını.
İçinde yaşadığı zor koşullar ve kafasındaki ideale ulaşma arzusu Bandini’yi faşist şovlar yapmaya itse de içinde büyük duygular taşıyan biri. Akın Ömeroğlu’nun deyişiyle “en asil duyguların insanı”… Bu açıdan, gariptir ki, Ahmed Arif’e benzettim onu.
Evet, ağlamaklı oluyorum, demdir bu.
Hani, kurşun sıksan geçmez geceden,
Anlatamam, nasıl ıssız, nasıl karanlık…
Ve zehir - zıkkım cıgaram.
Gene bir cehennem var yastığımda,
Gel artık…
Ahmed Arif
Bandini, kadınlara çok düşkün ama aradığı şey “kadın eti” değil. İçinde hissettiği büyük duyguları somut bir şeye yöneltmek istiyor. Yaşından dolayı kadınlarla iletişimi zayıf olduğundan kafasında kadınlar yaratıp onlarla inanılmaz anlar yaşabiliyor.
Marcella adında eski sevgililerimden birinin fotoğrafını çıkardım, birlikte Mısır’a gidip Nil nehrinde kölelerin kürek çektiği bir gemide seviştik. Sandaletlerinden şarap, göğüslerinden süt içtim, sonra köleler bizi nehrin kıyısına çıkardılar ve orda güvercin sütünde terbiye edilmiş sinekkuşu yüreği yedirdim ona. Bittiğinde şeytan gibi hissettim kendimi. Burnumun üzerine bir yumruk çakıp kendimi bayıltmak geldi içimden. Kendimi kesmek istedim, kemiklerimi kırmak istedim. Marcella’nın fotoğrafını yırtıp yok ettikten sonra ecza dolabına gittim, bir jilet alıp kolumu dirseğimin altından kestim, çok derin değil ama, kan aktı sadece, acı hissetmedim. Kesiği emdim ama yine de acı hissetmedim, gidip biraz tuz aldım ve kesiğe tuz serptim, o zaman hissettim acıyı; canımı yakıyor, beni hayata döndürüyordu. Acı dayanılmaz bir hal alıncaya kadar bastırdım tuzu yaraya. Sonra sardım kolumu.
Arturo Bandini’nin önemli bir özelliği de kullandığı ağdalı kelimeler. Okuduğu Nietzsche, Schopenhauer, Spengler gibi yazarlardan öğrendiği kelimeleri günlük hayat diyaloglarında o kadar kullanıyor ki etrafındaki insanlar dediklerinin yarısını anlamıyor ve bu ona ukala ve gösterişçi bir hava katıyor. İmkanı olan herkesin eseri özgün dilinde okumasını öneririm. Her sayfada en az üç kere sözlüğe başvurmak durumunda kalınca Bandini ile konuşmanın yarattığı hissi daha iyi anlayabiliyorsunuz.
“What about your wife and kids? Those dear little babes? Demand milk! Think of them dying of hunger while the babes of the rich swim in gallons of milk! Gallons! And why should it be like that? Aren’t you a man like other men? Or are you a fool, a nitwit, a monstrous travesty on the dignity that is man’s primordial antecedent? Are you listening to me? Or are you turning your ears because the truth stings them and you are too weak and afraid to be other than an ablative absolute, a dynasty of slaves? Dynasty of slaves! Dynasty of slaves! You want to be a dynasty of slaves! You love the categorical imperative! You don’t want milk, you want hypochondria! You’re a whore, a slut, a pimp, a whore of modern Capitalism! You make me so sick I feel like puking.”
“Yeah,” he said. “You puke all right. You no writer. You just puke.”
“I’m writing all the time. My head swims in a transvaluated phantasmagoria of phrases.”
“Bah! You make me puke too.”
“Nuts to you! You Brobdingnagian boor!”
John Fante’nin neden Beat kuşağının öncüsü olarak görüldüğünü anlamak güç değil. Anlattığı hikayeler sokağı, yeraltını, yoksulluğu ve özgürlük idealini yalın bir gerçekçilik ile önünüze koyuyor. Los Angeles Yolu, ilk okuduğumda hafife aldığım Fante ile yeniden tanışmam için muhteşem bir vesile oldu.